Uzaklaşan Duygular

Sırtüstü uzanmış gece göğüne bakarken, karanlığa serilmiş yıldız kümelerini yaşamımın çeşitli evrelerine benzetirim. Kırılma noktalarını hatırlarım uzak bir dost gibi. Kalabalık, bir arada, neşeli kümecikler, hep tek başına mağrur bir yalnızlık içindeki parlak Venüs, bir duman gibi karanlığa yayılan samanyolu. Ve uçurum gibi karanlıklar.

Zamanın mesafe katmanlarını hissettiren göz kamaştırıcı gök cisimleri…

“Uçurumdan kurtulmanın tek yolu, ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır.” der ya Pavese.

Belki de bu yüzden o dipsiz karanlıklara gözümü diker bakarım. Ya da bir uçurumdan ta aşağılara, vadinin içindeki irili ufaklı detaylara, kıvrım kıvrım yollara, kümeleşmiş minik minik kımıldaşan koyunlara, ufak ufak ağaççıklara, kayalıklara, sert gölgelerine, gözbebeklerime bir perde inene kadar bakar, bakarım. Mevcudiyetimin lime lime dağılarak boşluğa savrulduğunu hisseder gibi olurum adeta.

Hayattaysam, geçip gidiyorsam bu dünyanın içinden, onu benimsemekten başka çarem olmadığını düşündüm hep… çocukluğumdan itibaren.

Önümde baş edeceğim büyük bir dünya vardı. İçinde hapsolmuş insanlarına musallat olan şeytanlarıyla, lanetleriyle, binbir çeşit kötülükle, günahlarla, sanrılarla, keza yeşeren sevgiyle,iyilikle, hemencecik ölüverecek pek çok iyi şeyle, yeniden yeniden şansını denemelerle ve yitirmelerle ve koşa koşa varılacak ölümle…

Herşeyin ötesinde yanıbaşımızda bekleyen can sıkıntısıyla, biteviyelikle…

Herkesin kurtarıcısı başka başkadır sanırım. Aşk dedim, cinsellik dedim, uzak diyarlar dedim, bilinmedik uzak ülkelerin dağlarının zirvelerinde dolaştım, kentlerinin karanlık köşelerinde nefes tükettim, anne oldum, bu dünyanın acılarına birer birer tanık olacak bu küçük varlığı büyütmeye soyundum, dostluğun her an değişebilecek kaygan zemininde dolaştım, hayallerimi, bir bulut kümesi gibi beni sarıp sarmalayan yüce hayallerimi, her zaman bir ateş topu gibi bir yürekle kucakladım, ideallere inanmak istedim, inandım da… Kimi zaman bir ağacın dibine uzanıp soluklandım, bir uzun yol treninin bomboş kompartımanının ranzasında uzanıp gelip geçen gece ışıklarını, gündüz görüntülerini izledim. Günler süren yolculuklarda başımı pencereden dışarı uzatıp upuzun saçlarımı rüzgarla savurdum. Varoluşumun çoşkusunu ta derinden hissettim. Roman kahramanlarıyla özdeşleştim, bir kurtarıcı gibi büyük yazarların yarattığı dünyalarda kendi yerimi aradım.

Kendi sınırlarınızorlamak, çelişkilerle dolu tinsel dünyanı kabullenmek…

Belki de bu gelip geçen büyük hayale sadece gülümsemek yeterli.

Çok yıllar önce bir arkadaşım üniversite mezuniyetinde hazırlanan andacın sayfasına şöyle yazmıştı. “Bakışları sevgi dolu… Becerikliydi, inandı mı bağlanırdı. Dirençliydi, dalganın kayayı oyduğu gibi, olgundu çevresinde anlaşılmaz olurcasına. Renkli rüyaları tercih ederdi bu renksiz dünyada. Bir gün yüzeceğim dedi ve güldü.”

Sanatın insanın doğa ile ilişkisini belirlemede bir araç olduğunu kabul edersek, başlangıçta ‘dünya güzeldir- fotoğraf gerçektir- insanlar mucizedir’ tezine uygun olarak fotoğraf ile olan ilişkimi bağlantılandırmıştım. Giderek bu üçgende oynamalar oldu. Aradan geçen 30 yılda artık hiçbir şeyden emin değilim.

Çevremdeki tabiatla, insanlarla, objelerle ilişkimde ciddi sarsıntılar ve değişimler oldu. Artık gerçekleştirdiğim yansımalarla ilişkimin güçlendiğini, gerçekliğe onların aracılığıyla vakıf olabildiğimi farkediyorum.  O insanların kendileri çekmiyor ilgimi, suretlerini, yansımalarını kaydettiğim film kareleri, donmuş, kımıltısız, durağan imajları, sanki canlı ve düşünen insanların yerini aldı. Her ne yaşta ya da karakterde olursa olsun, geçmişe ait ölü yüzler ya da bugünün yaşayan yüzleri farketmiyor, hepsinin yüzünde, duruşunda hep aynı uzak,elemli ve sanki çevresine başkaldırmış değil, aksine onlarla bütünleşmiş, belki de kabullenmiş bir havanın hakim olduğunu düşünüyorum. Bu tabii bilinçli yapılmış bir şey değil, kendiliğinden oluşmuş, ortak bir dünyaya ait olma durumu. Onlara bakan ben ve bana bakan onlar. Belki de birbirimize sığınma hali. Hayvanlar da bu dünyanın çok önemli  figürleri. Bir eşeğin gözlerimin derinliklerine bakışı kadar yürek yakıcı bir şey var mıdır acaba?

Ağacın yalnızlığı, çok uzun yalnızlığı… Uzayıp giden ovanın, üstüne çöken bulutlarla kucaklaşması…  Birbirlerine sığınmış kavaklar… Dallarına hapsolmuş ufak ufak ışıltılar, güneşin içimi ısıtmasına yetiyor.

Serap değil gördüklerim, mucizelere de inanmıyorum. Karanlık tarafından yutulmuş hayali mevcudiyetler de değiller. Sadece aramızda cerayan eden o yankı, o güçlü yankının yarattığı titreşim sürüyor, hep sürecek.

Ve ben salına salına, kendi evrenime dahil ettiğim anların, anıların, melankolik yüzlerin, göğümde asılı kalmış kara bulutların, rüzgarda dalgalanan başakların, lanetli, kırılgan insanların, boynu bükük hayvancıkların, soylu ağaçların, vakur dağların, doğmadığımız ve ölümden sonra tekrar döneceğimiz zamanlara ait ilksel hissedişlerin oluşturduğu irili ufaklı galerilerde dolaşıyorum durmadan.

Bir ıssızlıkla kuşatılmış olsak da!

Gene de, galaksilerin dışında kalmış yalnız yıldızcıklar gibi sonsuzluğun içinde kendimize bir yer bulabiliriz.

Cennetimiz de, cehennemimiz de bu sonsuzluk olacaktır.

Emine Ceylan

Vahe Kılıçaslan, 2000
Vahe Kılıçaslan, 2000