Üç Ruh Bir Bahçe
Bir bahçede büyüyüp farklı topraklara ekilmiş ruhlar… Aynı rahimden çıkmamışlarsa da aynı olup kalmış olan tohumlar… Yenice’den bahsediyorum, o bıçkın kasabadan ve içindeki meşum yaşamdan. İnsanların tarlalarında ırgat, dağlarında eşkıya, okullarında münevver, evlerinde köle, birbirinin elinde divane olduğu, yaşamın gözden göze atlayan ışıkta boğulduğu, yüksek dağların tepesinden inen soğuk rüzgarların altında donan her yüzün Canetti’nin sözüyle bir muamma olduğu o insan çölü kasaba… İnsan gözlerinin hapsi altında durdu duracak üç yürek taşıyan birisi sarışın, ikisi esmer üç kuzenin o küçük kasabada o büyük bahçeye saklambaç oynar gibi saklanmalarıyla başlamıştı bugüne kadar gelen her şey. Saklanmak uzun sürmüşse, saklandığın yerde bir hayat kurmak zorundasındır kuşkusuz. Evcilik oyunları, sinemacılık yarışmaları, terzilik, berberlik, avcılık özentileri… Bir bahçe bazen hayat kadar büyük olabiliyor, hayat kadar doğurgan ve onun kadar olağanüstü.
Fasulye sırıklarının arasında öğrenmiştik kadınlığı, istifli tomrukların arasında erkekliği ve küçük mizansenlerde sinemayı, birbirimize poz atan bakışlarda fotoğrafı, içinden, ta içinden aşk söyleyen şiirlerde edebiyatı… Her şey doğduğu gibi devam ediyor, yine saklanıyoruz, sosyal vahşetlerin içine girmiyoruz, insan güruhlarının arasında görünmüyoruz. En kesin delil biz olduk, işte başladığımız gibi de bitiriyoruz. Biraz daha yol ve sonra gömülmek üzere bahçeye döneceğiz. Öyle olacak, aynı kasabanın bahçesinde doğup aynı şehrin sokaklarında ölerek daima bahçenin tersine doğru gitsek de çaresiz bahçenin kendine varacağız. Üstelik kendi ölümüzün fotoğrafını, bir diğerimizin en canlı filmini çekerek ve kendi ölümüzün şiirini yazıp geride kalan her aşkın şarkısını besteleyerek. Kendi işimizi son ana kadar kendimiz yapacağız, biliyoruz çünkü hiç kimse bizim şarkımızı söylemez, yakışıklı bir fotoğrafımızı çekmez. Etrafımızda çünkü bir uçurum büyüterek yaşadık, dibine varılamayacak kadar derin, aşılamayacak kadar geniş… Geçen yıl hem bir filmin sahnelerindeydik hem de bir romanın sayfalarında, bu yıl ise elinizdeki bu kitabın yapraklarında ve bir serginin duvarındaki fotoğraf karelerinde, birçok resmin boyalarındayız. Gelecek yıl belki bir şiirin dizelerinde ya da bir öykünün satırlarında oluruz, henüz bilmiyoruz. Bu bir zehirdir, duvarlara, sayfalara, albümlere, sahnelere bulaşarak akan ve gerisin geriye aynı ruhlara duru bir su gibi dolan… Herkes gibi tedavi edici, teskin edici haplarla yaşamak isterdik elbette, ama tutulduğumuz o bahçenin zehrinden kötü huylu bir hastalık aldık. Mikrobu zehir, panzehiri yine zehir. Bir uçurum varsa etrafında panzehir diye zehir yutmaya mecbur olursun; sinema da fotoğraf da ve dahi edebiyat birer panzehir ya da “pan”ı olmayan sadesinden bir zehir, yani zorunlu ilaçtır bize.
İki bacakta kısa bir etek, dört bacakta iki kısa pantolon ya da ne bileyim cumhuriyet bayramlarında okunmuş iki Nazım Hikmet dizesi, linç edilen bir adamın üzerine kapaklanma ve onca narin kiraz dallarını kıra kıra hırsızlıklar… Bahçeden çıktığımızda züppeydik biz, kasabanın ilk üç züppesi… Züppeydik ama kasabayı değiştiremedik, oysa züppeler değiştirir, yenildiğimiz yerde durmayız ve kasabadan gittik, gidişimizi değiştirdik geriye dönmedik. Kimsenin bilmediği bir hapishaneydi o bahçe, dışarıda herkes birer zindansa duvarların içi elbette en özgür yerdir. Bizim özgürlüğümüz buydu, dışarısı tutsak olduğu için içeride özgürdük. Ruhlarımız birbirine geçerek genişledi, kavga ederek şiddetlendi, uslu durarak inceldi, en derin dehlizlere girerek özgürleşti. Asiyiz şimdi, topluma ağırbaşlı bir isyan, kendine eşkıya halde. En huzursuz halimizle tırnaklarımız hala kaya yoluyor. Daha gidecek ne kadar yol var? Dönme vakti değil mi? En uzak yerlerde, kutuplarda bile cayır cayır üç ayrı ruh yaktık, şimdi sonuna varmış olmalıyız. Artık fasulye sırıklarının, dikenli kestanelerin, kabuklu yeşil cevizlerin, durmadan gagalanan kirazların arasına dönme saati… Bu bir ölme vakti olsa bile.
Tahir Musa Ceylan